7 Kasım 2012 Çarşamba

Başıboş Gezintiler - 1

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjSCcvsHlGccsxBlE9hziBsG7ForH36tDrQMcWHbr6riiECL2HxcSo0HlfUMLZHOENF3Bfy-djuUKV_Ow1tKPQ9LLbEedu8QxgmZOlrkXvfON4jGDJhhYdtpDsGvULKNANiO43R475wf_k/s400/Erkan+O%C4%9Fur.jpg

 Okulumun tadilatta olması ve bir ay geç açılmasından dolayı işsiz güçsüz dolaştığım, boş boş gezinip fütursuzca zaman katlettiğim, dışarı çıkmak için kendime; "Kütüphaneden kitabı alalı 1 hafta oldu, hemen vermen lazım.( İki ay geri götürmediğim kitaplar olmasına rağmen)", "Kotonda Tshirt, plaj şortları ve mayolarda yüzde 5 indirim varmış kaçırmamalısın." gibi bahanelerle bu katledilmiş zamanlara intihar süsü verdiğim günlerden biriydi.


Herneyse, Mecidiyeköy' e gitmek üzere metronun Taksim girişine doğru seğirttim. İçim nasıl kıyılmış. Dedim şuradan bir simit alayım da yiyerek giderim. Seyyar simitçiye doğru yöneldim. Simitçi eski püskü kıyafetler giymiş sırtında bol bir yelek, elinde de saz bulunduran yaşlıca bir adamla memleket sohbeti yapıyordu. Tam "Bir simit çek oradan." diyecektim ki ne göreyim, simitçinin konuştuğu adam ERKAN OĞUR ' du.

- Vay Erkan abim, nasılsın abim, İsmail Hakkı abimiz yok mu? abim dedim, bütün yılışıklığımla.
- Onun ben amınakoyim. İkide bir sorup durmayın şu adamı bana. Biz iş arkadaşıyız yalnızca. Sivil hayatta sevmiyorum oğlum ben o herifi dedi.
- Ya kusura bakma abi, ben siz birlikte o kadar konsere çıkınca dost bildim sizi dedim. Kırılmıştım.
- Herneyse üzülme dedi. Biraz sinirliyim de kusura bakma. 

Hala inanamıyordum. Erkan Oğur karşımdaydı bir yandan simitçiyle sohbetine devam ediyor bir yandan da çatal yiyordu. Gerçi elindeki çatalı görünce bir yadırgamadım değil. Koskoca Erkan Oğur' sun çatal yiyorsun. Tamam lüksü, müsrifliği sevmiyor olabilirsin de çatal ney lan. Simitçiye; "Doğru söylüyorsun da Ankara' da gezecek bir yer yok. Bir merkez bir de Barlar Sokağı. Ben sevmiyorum pek. Bülent çağırmıştı gitmiştim bir kere ama bir daha gitmem." dedi. "Lan" dedim içimden, "Sen sivil hayatta mesleki kimliğinden ne kadar uzak bir adammışsın, bu yaşta hala üniversiteliler gibi Ankara muhabbeti yapıyorsun" dedim. Aniden beni işaret edip;

- Kardeşime bir Çatal çek. Benden! dedi. "Benden"i vurguladı.
- Sağolasın Erkan Abi. Ben de zaten Çatal alacaktım dedim. Olabildiğince yaranmaya çalışıyordum. Ya Erkan Abi dedim. Sen arada bir benimle gezsen. Ben sokaklarda gayesiz sürterken, sen de perdesiz gitarında doğaçlama dolaşsan, ağzını burnunu yamultsan, sonra okula gitsek, ben "o kız" görünce sen Matthias Passion' u patlatsan o yanık sesinle, ben senin sesinle erisem, aksam yavaşça, "o kız" ın ayaklarının dibindeki bir oluğa biriksem, olmaz mı? dedim. "Hem senin de yaşın kemale erdi. Artık bir bakanın olmalı. Yarın bir gün muhtaç kalmak var, yatağa düşmek kötürüm kalmak var. Bak İsmail Hakkı abiyle de aranız açıkmış o da sana bakmaz.  Ben de o vakit sana bakarım. Ödeşiriz" dedim.
- Olur dedi.

Elimizde çatallarla metroya doğru yürüdük.

27 Ekim 2012 Cumartesi

Masumiyet Müzesi'nde liseden bir tanıdık

     Orhan Pamuk, bilet fiyatlarını eleştirilerine, bir basın açıklamasıyla cevap verdi.



Orhan Pamuk' un Masumiyet Müzesini biliyorsunuzdur. Kitabı okuduktan bir müddet sonra ben de kitabı koltuğumun altına alıp müzeye seğirttim.

Kitabın bimemkaçıncı sayfasından kesip yanıma aldığım biletimi damgalattım. Gişedeki herif damgayı biletteki boşluktan dışarı taşırdı. Gerek yaratılışım gerek mesleki eğitimimin bana aşıladığı simetri takıntısı gereği o damga daireyden taşınca ben birisi karşımda limon yemeye başlamış gibi rahatsız oldum. Sanki sakallarıma ağda yapılmış, hoşlandığım kız fakülteye getirdiğim lise arkadaşımla kendisini tanıştırmamı istemiş, üç saatlik proje çizimi ardından elektrikler kesilmiş ve save edilmemiş çalışma kaybolmuş gibi acı çektim.

Herneyse. Ayrıntılara girmeden çabucak sadede gelelim. Müzede yaklaşık bir saat geçirmiştim ve henüz ikinci kattaydım. O gün müze oldukça yoğundu. Yerli ve yabancı ziyaretçilerle doluydu. Birinci katı gezdikten sonra ikinci kata çıkmak üzereyken liseden tanıdığım bir kızı gördüm.

Bu kızla mezun olduktan sonra en son sahafın birinde karşılaşmıştım. Pazarlık esnasında takındığım tavrı ve şive değişikliğini görmesin, adeta bir mahalle esnafı, bir çiğerci "Ömer usta", bir manifaturacı "Durmuş Abi" olduğuma şahit olmasın diye, sahaf ne istediyse verdim. Senelerdir unutmadım o günü. Gala çok koyar bana ödediğim o para.

Velhasıl ben bu kızı görünce üst kata çıkmaktan vazgeçtim. Hemen oracıkta, ziyaretçilerin okuması ve kitap hakkındaki bilgilerini tazelemesi adına bırakılmış kitaplardan birini alıp, inceliyormuş numarası yapmaya koyuldum. Kız vitrinleri hızlıca geçtiğinden çok beklemedim. Önüme doğru geldi, ben ise o anda saf ve düşünceli okuyucu rolümün doruklarındaydım.

Yüzüme bile bakmadan üst kata çıktı. Ben ise hiçbir zaman olmadığı gibi bu sefer de pes etmedim; " Ben o 550 sayfayı okumuşum arkadaş, ben bu kıza caka satmadan ölmeyeceğim!" deyip bir çırpıda üst kata çıktım. Bu sefer üst kattaki kitaplardan birini alıp okuyormuşa yattım. Kız vitrinleri bitirip önüme geldiğinde öksürdüm, gözgöze geldik, şaşırmış gibi yaptım.

- A Kadir. Nasılsın ne yapıyorsun? diye sordu.

- İyiyim canım. Yoruldum da biraz kitabı okuyayım hem dinlenirim diye düşündüm. Sen nasılsın?

Bir müddet fısıldaşarak çok tatlı bir sohbet sürdürdürk. Bittabi bu sohbet esnasında kitaptan sayısız alıntı yaptım. O da kitaptaki bir ayrıntıdan bahsedecekti ki, tam olarak hatırlayabilmek için elimdeki kitabı istedi. Uzattım.

O kitabı incelerken, ben de bir muzaffer edasıyla başarımı kutluyor, müze çıkışında kendisini nereye davet etsem diye düşünüyordum. Birden kafasını kaldırdı:

- Kadir dedi. Bu Masumiyet Müzesi' nin Fransızca basımı dedi. Sen Fransızca biliyor musun ?

Ulan ben bir yandan kızla aramdaki mesafeyi kontrol etmek, bir yandan da olası sohbet esnasında sarfedeceğim cümleleri tasarlamaktan kelimelere bakmamıştım. Kitabın kapağı zaten kahverengi hamur cilt. Oradan da anlaşılmıyor. Gerçi başta kıllanmamış değildim. Aşağı katta okuduğum türkçe kitap, çalınmasın diye pencere pervazına zincirlenmiş, bu kitap ise öylece ortadaydı.

Herneyse kız öyle sorunca ben de aklıma ilk gelen cevabı verdim.




- Ben okumuyordum ya, resimlerine bakıyordum.

- Resim mi var bu kitapta.

- Var tabi. Bak bilet var burada, sonracığıma haritalar var büssürü..

Hasılı kız üst kata çıkalım bari dedi. Ben de bir lağabaya kadar izin istedim. Akabinde müzeden koşarak uzaklaştım.

24 Ekim 2012 Çarşamba

19. yüzyıl Petersburg' unda bir tanıdık

"Osmaniç! Efendi Osmaniç!" diye haykırarak içeri girdi evimizin sadık müstahdemi Vamirov Rebelyev. Odada beni uygunsuz vaziyette görünce kanı çekildi.

 - Rebelyev. Kuzum allahaşkına, ne zamandır odama böyle çatkapı girebiliyorsunuz anunakoyim. dedim.
 Utancını gizlemeden şöyle yanıtladı;
-Lütfen özrümü mazur görünüz ve beni dinleyiniz, eğer ehemmiyetli bir mesele sözkonusu olmasaydı sizi bu şekilde rahatsız etmezdim ancak babanız sizi çağırmamı emretti.

" Reblevyev, dedem yaşında adamsın kendine küfrettireceksin. O halde direkt konuya girsene ne uzun uzun cümleler kuruyorsun."


***

"Buyrun babacığım, beni çağırmışsınız" dedim.

" Evet sizi çağırdım mahdumum Aleksey Ivan Drago Osmaniç. Sizinle biraz konuşmak istiyorum " dedi.Ne zamandır sizli bizli konuşuyorduk anlamadım. Zaten ne zaman böyle arkasını bana dönüp ellerini arkadan bağlayıp, duvardaki büyük dedemin tablosunu seyrederek benimle konuşacağını söylese kesin bir bok yemişimdir. Üç dakikalık konu için yine yarım saat kafamı sikecek diye düşündüm.

" Sevgili Aleksey" dedi. "Dün gece arkadaşın Felipe Melov' un evinde kalmışsın. Rebelyevin aktardığına göre de körkütük sarhoşmuşsun. Ne demek oluyor bunlar?"

" Votkayla birayı karıştırmışım babacığım o sebeple" dedim. "Yoksa biliyorsunuz biz votkayı damardan alırız gardaş "

"Siz benim iznim olmadan davetiyelere katılıp ijki mi içiyorsunuz" dedi ve ekledi. "Babanız olarak Felipe Melovla arkadaşlığınızı tasvip etmediğimi size daha evvelden bildirmiştim. İşi gücü sabahtan akşama kadar itlik kopukluk serserilik. "

"Yok yahu ne davetiyesi. Almıyorlar bizi oralara. Kız yok kız olsa gireriz de işte" dedim ve devam ettim "Meyhanede votka içtik. Votka beni öğürttü. Saint Cihangir de cila çektik. Melov'un evinde de Öküzgözü içtik biraz."


"Bana aktarıldığına göre Petersburg Kız Meslek Yüksek Okulu'nun çevresinde de çok bulunmaya başlamışsınız, özellikle çıkış saatlerinde. Üstelik yediğin tek halt da bu değil. Arabayı benden habersiz kaçırmaya başlamışsın. At arabası bu,  anlamadığımı mı sanıyorsun. Ayrıca geçen gün işyerime uşak vasıtasıyla bir pusula göndermişsin; " Baba bu akşam eve gelme, evin boş olması lazım." demişsin. Sendeki bu değişikliği aklım almıyor"

"Baba evde 4 tane hizmetçi var. Odamda bile bir türlü yalnız kalamıyorum, sürekli tedirginlik içindeyim. Bir gün eve kız getirelim demişiz çok mu?"


"Bu uçarılıklarına daha fazla katlanabileceğimi zannetmiyorm Aleksey. Merhum deden Constantinopol sefiri şahin lakaplı Salvio kavlen Osmaniç' e böyle mi layık olacaksın."
" Baba deveyi pire yaptın ha " dedim. "Ayrıca dedem sefir değil katipdi. Lakabı da "Gavat" Salvio'ydu. Bunu bir tek siz anlamıyorsunuz"

" Yeter!" diye bağırdı. Masa üzerindeki şarabı göstererek "Şu Mesihin kutsal suyuna and içerim ki, seni yarından tezi yok memleketin en doğusuna, Karstaki garnizonlardan birindeki Yüzbaşı Reziviç' in emrine göndereceğim. Türklerle savaş da aklın başına gelsin."

"Tövbe de baba ijkiye kutsal diyorsun çarpılacaksın" dedim. "Ayrıca peygamber ocağıdır sakınacak değiliz. St. Petersbugdaki her genç gibi ben de vatani görevimi yapmaya hazırım"

Eliyle çekilebilirsin manasına gelen bir işaret yaptı. Hava kararıyor, Petersburg ağır kan kaybetmiş bir Tatar'ın ölümü kabullenişi ve teslimiyeti gibi kar yağışına katı bedenini teslim ediyor, benim ise midemde bir takım hareketlenme oluyordu. Votkayla birayı karıştırmayaydım iyiydi. Helaya yöneldim.

23 Ekim 2012 Salı

Deneysel Film ve Teyze




Telefonu açtı; "Huağlo ( Alo )" şeklinde bir nida attı. Belli ki uyuyordu ve telefona uyanmıştı . " Uyandırdım mı lan? " dedim."Hok hya hyoğnuktum ( Yok yahu uyanıktım )"dedi. Bir müddet kendine gelmesini bekledim.

- Lan filmekimine bilet almaya gidiyorum yarın. Hangilerine alayım sana, gelemeyeceğin var mı?
- Ya al işte hangilerine alıyorsan gelirim ben. İyilerden al. Önlerden al.Seçmeden alma.
- Oğlum bak sonradan işim çıktı, derslerle çakıştı falan dersen sikerim belanı.
- Lan al!


Yedi filmin ikisine geldi. Zaten birine de geç girdik. Salon karanlık olduğundan yerlerimizi bulmamız olanaksızdı. Merdivenlere oturup seyretmek zorunda kaldık.



Erim' in gelemediği filmlerin biletleri elimde kalınca, ben de internet üzerinden alıcı bulayım dedim. Bir kısmına da alıcı buldum ancak elimde hala biletler vardı."Neyse" dedim "Gişe önünde satarım birilerine." Sinema salonuna girince hedef kuyruğu gördüm. O seansta o sinemada yalnızca "Die Wand" filminin yayınlandığını bilmeme rağmen,  sırada bekleyen samimi hissettiğim bir çocuğa "Pardon bu kuyruk "Die wand" kuyruğu mu?" diye sordum. Yanındaki kız arkadaşını dürterek;

- Yok burası "DiVan " kuyruğu dedi.

İkisi de bu şakaya güldüler. Ben ise çocuğun boğazına cebimden çıkardığım dolma kalemi sapladıktan sonra bir diğerine doğru sırayla muhatap olduğumu teyit ettirdim.

Vakur bir ses tonuyla; " Arkadaşlar elimde filme bir adet bilet var isteyen var mı? " dedim. Sıradan hemen bir kaç kişi parmak kaldırdı. Birkaçı ise yüksek sesle "ben isterim!" diye bağırdılar. "Arkadaşlar" dedim, "Lütfen parmak kaldırmadan konuşmayalım."

Sıranın önüne doğru dönüp; "En öndekine vermem daha doğru olur sonuçta daha fazla beklemiş" dedim. O anda içimden bir ses şöyle buyurdu;  "Lan sıradaki manitaları görmedin mi? Sen ise gidip CHP Kadın kolları üyesi misali bir kadına satacaksın bileti. Kafanı çalıştır. Kız yanına oturur sohbet edersiniz. Derin sinema bilgini konuşturursun, fena mı. Sonra gerisi gelir zaten biliyorsun. yalnız mutlaka korun! "

 Ben de sıranın en önündeki yaşlı bayana dönük vaziyetimi hiç bozmadan, bileti solumdaki kıza verdim. Yüzüne bile bakmadım.  Yanıma oturduğunda tok satıcı olduğumu düşünmesini istedim. Çakaldım. Yılandım.

Sinemanın cafesine oturup bir kadeh 88 yapımı Bordeoux Şarabı ile damağımı ıslatmayı düşünürken, en öndeki yaşlı bayan ; " Efendi! Efendi! Biz burada daha uzun süredir bekliyoruz ama. Hem siz öndekine satmak daha doğru olur dediniz." dedi.

"Teyzecüğim!" diye yanıtladım."

"Daha doğru olacağını söyledim farkederseniz, en öndekine satacağım demedim." dedim.

" Yeri geldiğinde kendi etik anlayışımı dahi tanımayacak kadar anarşist bir bünyeye sahibim." dedim.

"Zaten benim dedem 16. kuşaktan başkaldırının şahı değil adeta şahbazı Bakunin'in akrabasıdır."

Olabildiğince sesli söylememe rağmen sıradaki kızlardan en ufak bir tepki alamadım. Bordeoux şarabında duş almak üzere cafeye yöneldim.

Kadın fısıldayarak arkamdan; " İjki ijmeye gidiyorsun değil mi? Ayyaş! " dedi. Ayyaşı vurgulamıştı.

Döndüm, Gökmen Özdenak' ı andım, dudağımın yalnızca sağ tarafıyla gülümsedim ve "Hanımefendi" dedim.

"Ben sabah ayılırım lakin siz hep çirkin kalacaksınız."



Hasılı sonuç olarak, yanıma bambaşka yaşlıca bir bayan oturunca, kızın bir başka kız arkadaşıyla geldiğini, çift bilet bulunca da satın alıp elindeki bileti de bu emekli Edebiyat öğretmenine verdiğini öğrendim.

Seyircilerin yerleşmesi sırasında , 10 dakika boyunca, Amerika'da filoloji okuyan kızından, İtü Uçak Mühendisliği mezunu, Pegasus Havayollarında çalışan oğlundan ve Gerici yobazların sanat düşmanlığından bahsederek kulaklarımı sikti. Faideli şeyler öğrendim.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...